Sobada çatırdayarak yanan fındıkkabukları ofisi ısıtmıştı. Eflatun boyalı dış kapının eşiği karla kaplanmıştı. Küçük sobanın yanındaki ahşap sandalyeye oturmuş ısınırken, gözleriyle de minik konuklarının koşuşturmacalarını takip ediyordu…
Biraz önce başlayan kar yağışı hızını artırmıştı. Oturduğu yer pencerenin karşısındaydı. Perdesiz pencereden doğa çıplak görünüyordu. Gözleri sobanın yanındaki kapının alt pervazındaydı. Giresun’dan geçen sonbahar çuvallarla getirttiği fındıkkabuklarını yakarak ofisini ısıtıyordu. Erzurum’da alışık bir durum değildi fındıkkabuğu yakmak. Kâzım Dadaş, eski topraktı. Kalıplı, iri yarı ve ilerlemiş yaşına rağmen sağlıklıydı. Saçları kısmen ağarmıştı. Yıllar önce eşi kanserden ölmüştü. Bir daha evlenmemişti. Üç çocuğuna annelik ve babalık yapmıştı. İki kızını evlendirmişti. Oğlu iki üniversite bitirmiş, babasını yalnız bırakmamak adına evlenmemişti. Baba, oğul dekoratif döküm karo, mozaik mamul üretip satarak geçiniyordu. Yazın kavurucu sıcaklarda Kâzım Dadaş, güneşin doğmasıyla küreği eline alıp ikindiye kadar harç yapıyor, kalıp atıyor ve kuruyan mamulleri istifliyordu. Ellerinin içi nasır tutan Kâzım Dadaş, akşam da oğluyla evinin yolunu tutuyordu.
Kışın satış ve üretim yoktu. Minik konuklarına yem vermek ve onları ısıtmak için iş yerine geliyordu. Fındık sobasını yakıp, evinden getirdiği ekmek kırıntılarıyla çok az miktarda tozşekeri karıncaların yuva yaptığı kapı eşik pervazı önünde biriktirdiği toprağın üzerine serpiyordu. Dağ gibi adam Kâzım Dadaş, karıncaların yemini verip onlara sevgiyle bakardı. Karıncalar ile sesli konuşur, derdini, özlemlerini anlatırdı.
İki yıl önce karıncalar ofisinde ortaya çıkmıştı. İlk önceleri seyrek gördüğü karıncalar, pervazının arkasındaki toprağı eşik üstüne yığmıştı. Küçük bir tepecik haline getirdikleri alanda koloni çevreye çok yayılmadan Kâzım Dadaş’ın getirdiği kırıntıları disiplinli ve hızlıca yuvalarına taşıyordu.
Soğuk kış günlerinde erkenden ofisine gelip karıncaların yemini verip sobasını yakıyordu. Çocukluğunda kedi beslemek istemiş ancak annesi izin vermemişti. Köpek beslemek istemiş ancak cami imamı olan amcası, ‘Köpek beslenen eve rahmet melekleri girmez.’ Diyerek bu isteğine karşı çıkmıştı. Oysa ne çok istemişti evinde yavru bir köpeği ya da kediyi beslemeyi. İçindeki kedi, köpek sevgisini karıncalarıyla bastırmıştı. Sessiz ve çalışkan varlıktılar. Çevreyi kirletip, rahatsızlık vermiyorlardı. Kedi ve köpek gibi üzerlerinde bit, pire taşımıyorlardı. Bakımları kolay ve rahattı.
Karıncalar hayatına girdiğinden beri mutluydu. Yaz sezonunda karınca gibi çalışıyordu. Çocukluğunda izlediği çizgi film kahramanı Atom Karınca’yı sıkça hatırlıyordu.
Kar yağışı hızını azaltmıştı. Karınca kolonisi sobanın yaydığı sıcaklığın etkisiyle ofise dağılmıştı. Toprak yığınındaki susam, tozşeker kırıntılarını hızla taşımışlardı. Avare gezen bir tane karınca yoktu. Hepsi çalışıyordu. Tıpkı kendisi gibi.
Sobanın dibindeki taburede karıncaları izlerken uykuya dalmıştı. Rüyasında ana kraliçe karınca cennetten bir damla suyu getirip Kâzım Dadaş’ın ayağının altına bırakıyordu. İşçi karıncalar da suya girip balık oluyordu. Cennet suyu okyanusa dönüşüyordu. Balıklar karıncaları yüzgeçlerinde taşıyordu. Asker karıncalar ok ve mızraklarıyla işçi karıncaları taşıyan balıklara saldırıyordu. Kırmızı yavru bir balık denizden fırlayıp Kâzım Dadaş’ın ceket yan cebine saklanıyordu. Cebindeki yavru balık sarı saçlı, ak kanatlı melek olarak dışarı çıkıp, suya dalıyordu. Karısı, annesi ve çocukları denize girip karınca gibi balık olmak istiyorlardı. Kâzım Dadaş, karıncalarının, annesi ve eşinin balık olmasını istemiyordu. Fırtına çıkıyor deniz dalgalara teslim oluyordu. Karıncalar, balıklar kıyıya vurup ölüyordu. Ağlıyordu, gözünden yaş yerine karıncaların yuvalarına taşıdığı susam kırıntıları dökülüyordu.Yeşil gözlü bir karasinek gözyaşlarından dökülen susam kırıntılarını kanatlarına yükleyip ufukta kayboluyordu.
Uyandığında hâlâ ağlıyordu Kâzım Dadaş. Çevresine bakındı. Oturduğu taburenin önünde hareketsiz bir karınca dikkatini çekti. Ofisin içerisi taze sıkılmış zeytinyağı kokuyordu. Ayağının altındaki karıncaları ezmeden taburesinden kalktı. Pencereden yağan karı izledi. Ofis bitişiğindeki depo olarak kullandığı odadan bir kova fındıkkabuğu alıp alevi geçmekte olan sobaya döktü. Duvardaki resimli maarif takvim yaprağına baktı. İlk cemrenin düşmesine daha iki hafta vardı. Taburesine oturdu. Üzerine çıkmaları için serçe parmağını toprak yığınına uzattı. Tanıdık, dost bir elin kendilerine uzandığını gören karıncalar parmağın üzerine çıkmak için akın ettiler. Kâzım Dadaş, gençlik aşkına kavuşmuş gibi mutlu oldu. Biraz önce ağlayarak uyandığı rüyasını unutmuştu. Karıncaları yavaşça gözlerinin hizasına kadar kaldırıp, ‘Sizi gidi tatlı, şirin hergeleler. Sizin de ömrünüz benim gibi çalışmakla geçiyor. Çalışarak ömrümüzü tüketiyoruz. Çalışmazsak ne bu ömür geçer ne de mutlu oluruz.’ Şefkatle bir süre baktığı karıncaları usulca aldığı yere bıraktı.
Kâzım Dadaş, hareketsiz karıncayı incitmemek için serçe parmağıyla dokundu. Sağa sola çevirdi. Karınca tepki vermedi. Karıncanın öldüğünü anladı. İlk kez doğal nedenlerle yerde hareketsiz bir karınca görüyordu. Uyukladığı sırada yanlışlıkla ayağıyla ezerek öldürmüş olabilir miydi? Bu sorunun cevabını bilmiyordu. Vicdanı rahattı. Öyleyse öldürmüş olamazdı. Karıncalarını yaşatmak için elinden geleni yapmıştı. Onlar için karda kışta erkenden ofisine gelip sobayı yakıp, havayı ısıtıyordu. Yiyeceklerini temin ediyordu. Karıncalarından birini kazayla da olsa öldürmezdi. Öldüremezdi. Allah’ın verdiği canı ancak Allah alırdı.
Ayağa kalktı. Çalışma masasının üzerindeki, koparılmış maarif takvim yaprağından birisini aldı. Ölü karıncanın yanına geldi. Dağ gibi adam rüzgârdaki yaprak gibi savrulup titremeye, çocuk gibi ağlamaya başladı. Karınca ölüsünü törensel hava ile takvim yaprağının üstüne alıp, dua eşliğinde toprak birikintisinin üzerine bıraktı.
Birkaç saniye sonra ölü karıncanın çevresi işçi karıncalar ile doldu. İşçi karıncalar defnetmek üzere arkadaşlarının ölüsünü sırtlayıp, pervazın altında gözden kayboldu.
SON