Orhan YILDIRIM


EFRA ( ÖYKÜ)

EFRA ( ÖYKÜ)


 

Temmuzun kavurucu sıcaklığı yerini akşam serinliğine bırakmıştı. Evimin bahçesinden güneşin batmasına yakın gökyüzündeki renk harmonisini huşu içerisinde izliyordum. Mavi gökyüzü akşama doğru portakal rengi, eflatun ve kırmızının tonlarına bürünmüştü. Renk cümbüşü içerisindeki kompozisyonu kara leke şeklindeki kargalar bozuyordu. Yakındaki çiftliğin bahçesindeki kavak ağaçlarına tüneyen kargaların ‘gak’lamaları Gez Ovası’nın asude sessizliğini de bozuyordu. Bu harmoninin güzelliklerine odaklanarak beni dinlendiren, mutlu eden işime daha doğrusu hobime kendimi vermeye devam ettim. Bahçemdeki kadife çiçeklerini, begonyaları, kartopu ve yaban güllerini, kiraz, dut ve elma ağaçlarını hortumla suluyordum. Bir gölge üzerimden alçak uçuş yaptı. Başımı kaldırdığımda gördüğüme inanasım gelmedi. Kırmızı bir kargaydı gördüğüm. Hayır kırmızı değil, bildiğimiz karakarga. Aslında her iki rengi de taşıdığını fark ettim; göğsü, kanatlarının altı, kuyruğu kırmızıydı. Kırmızı karga sulamakta olduğum elma ağacının alçak dalına kondu. Şaşkınlık içiresinde kargaya baktım, o da bana eski bir dostu görmüşçesine baktı; söyleyecek bir şeyleri varmış da söylemeye utanmış ya da korkmuş gibiydi. Gözlerimin içine bakıyordu. Yaşlı bir erkeğin tizleşmiş, yorgun ses tonuyla, “Merhaba” dedi. Korkuyla karışık bir şaşkınlık yaşadım. Rüya mı görüyordum yoksa kırmızı karga konuşuyor muydu? Bu kamera şakası olmalıydı ya da aklımı kaçırıyordum. Kara gözlerini gözlerimin içine dikerek, “Korkma, duyduğun ve gördüğün gerçek.” dedi. O an elimdeki hortumu atıp, bulunduğum yerden kaçmak, uzaklaşmak istedim ama bir şey beni bulunduğum yere çakılı tutuyordu. Büyük bir korku ve heyecanla bekliyordum olacakları. Duyduklarımın doğru olduğundan emin olmak için çevreme meraklı gözlerle baktım. Daldaki kargadan başka bahçenin içerisinde veya dışarısında kimse yoktu. “Olamaz! Gerçekten konuşan bir karga!” diye söylendim. Kırmızı karga, sabırlı, bilge bir derviş gibi sakin bir üslupla, “Şimdi konuşabilir miyiz?” diye kaldığı yerden konuşmasına devam etti.

“Uzaylı mısın, üç harfli misin ya da bilmediğim bir evrenden misin?” diyerek kırmızı kargaya karşılık verdim. “Hayır, hayır. Bildiğin kuzgunum yani karakargayım. Aynı evrendeniz hatta aynı şehirden, aynı gökyüzünün altında birlikteyiz.” dedi aynı tiz sesle.

“Kuşlar konuşamaz ama… Evet, kuşlar konuşmaz. Kargalar, ‘gak’ diye ses çıkarır. Ama sen konuşuyorsun. Eğer bu rüya değilse, aklımı kaçırmadıysam şu anda bir kuşla, kırmızı bir karga ile konuşuyorum.” dedim.

“Evet dostum, bir kuşla, yani karga ile konuşuyorsun. Şaşırmakta, korkmakta haklısın.” Karşılığını verirken kuyruğunu aşağı indirerek daldaki dengesini sağladı. Alışkanlıkla, “gak”ladıktan sonra konuşmasına kaldığı yerden devam etmeye başladı. “Kuşlarla konuşan Süleyman Peygamber vardı. Kuşların dilini anlardı ve konuşurdu onlarla. Her varlık kendi fıtratı üzerine konuşur. Lakin siz insanlar bunu anlayamıyorsunuz. Siz papağan ya da muhabbet kuşunun konuştuğunu zannediyorsunuz. Papağan işittiğini tekrarlar. Neyse bunlar kadim konular. Konuşmam seni şaşırttı, ürküttü biliyorum. Ama seninle konuşmam gerekiyordu.”, “Benimle mi?” diye cevap verdim. “Evet seninle; toprağı, insanı, çevreyi, kuşları seviyorsun. Ama senin türünden olanların çoğu vahşi. İnsan görünümünde canavar. Acıma, merhamet duygusu bulunmayan kendinden olmayana düşman olan insan.”

Felsefe ya da edebiyat yapacak kadar aklım başımda değildi. Hele hele tarih üzerine konuşacak durumda değildim. Bildiğim her şeyi unutmuştum. Bir kuşla konuşuyordum ve kuş beyinli olmam söz konusuydu.

Karga, “Dostum sakin ol! Görüyorum ki hâlâ korkuyorsun. Korkması gereken varsa o da benim. Bir kuş olarak bak sana dostum diyorum. Ama siz insanlar kime dostum diyorsanız önce onu sırtından vuruyorsunuz. Kime güven duygusu veriyorsanız önce onu aldatıyorsunuz. Tuzak kurmak, hayatları karartmak, sizden olmayanlara yaşam hakkı tanımamak varlığınızın yegâne nedeni.” dedikten sona bir süre sustu. Hızlıca gökyüzüne ve söğüt ağacından gaklamaları duyulan hemcinslerine göz attıktan sonra öksürür gibi “gak”ladı.

Uzaktan bir kamyonun kulakları çınlatan klakson sesi gelince ikimiz de ürktük. “İnsan için bu kadar düşmanca konuşmanı, böyle ön yargılı olmanı anlayamadım.”

Güldü. Hayatımda ilkleri yaşıyordum. Bir karganın konuşmasına ve gülmesine ilk kez şahit oluyordum. Konuştukça şaşkınlığım geçti. Aklım duruldu. Zekâm eskisi gibi işlemeye başladı. “Boya kovasına mı düştün. Bu kızıl hâlinde çok komiksin diyeceğim ama sakın alınma olur mu?” dedim. Karga konuşmamı sabırlı dinleyip sözlerimi kesmedi. “Gak”lamadı. “Dostum, yaşlıyım. Yirmi yıldır bu gökyüzünün altında kanat çırpıyorum. Beraber yaşadığımız kışları, ayazları sen de bilirsin. Gökyüzünün altında son günlerimi belki de son saatlerimi, dakikalarımı yaşıyorum.”

Karganın gösterdiği sabrı gösteremeyip, “Ölecek misin? diyerek sözünü yarıda kestim. Başını usulca gökyüzüne kaldırdı. Gökyüzünün renk cümbüşüne uzunca bir süre baktı. Alttaki kızıl kanatlarını çırptı. Sonra toprağa baktı. Gözünden bir damla yaş düştü. “Ölmek üzereyim. Gökyüzü biz kuşların cenneti ama ölünce toprağa düşeceğiz. Siz insanlar gibi. Lakin sizden şanslıyız. Çünkü biz cehennemi insanoğlu ile aynı gökyüzünün altında yaşadık. Ölünce cennete yani gökyüzüne döneceğiz.”

Cennet, cehennem, araf konularından kısaca konuştuktan sonra, “Dostum, ömrüm gökyüzünde kanat çırpmakla, insanlardan uzak durmakla geçti. Huzur ve huşu içerisinde ölümü beklerken insanlar beni tuzağa düşürdü. Güneşin doğuşuyla birlikte kursağımdan bir şeyler geçmesi için buradan uzakta bir evin bahçesinde yemlenirken tuzağa düşürüldüm. İnsanoğlu beni yakaladı. Hırçın, sevgi yoksunu, eğlence düşkünü üç insan beni vahşice bir zevkle yakaladı. Elleriyle gagamı çektiler, tüylerimi yoldular, göğsümü, kanatlarımı mıncıkladılar. Vahşi bir haz içerisinde beni avuçlarının arasında tutup göğsümden kuyruğuma kadar sprey boya ile kırmızıya boyadılar. Gülüyorlardı, kendilerince eğleniyorlardı. Zulümde zirveye çıktılar. Ben ise gakladıkça gaklıyordum. Gaklamalarım kâr etmedi. Öldüreceklerini düşünüyordum. Birden beni pervasızca gökyüzüne fırlattılar. Özgürdüm. Gökyüzünün yükseklerine kanat çırptıkça çırptım. Aşağıya baktığımda insan diyemediğim o üç aşağılık varlık yukarıya gökyüzüne bakıyorlardı. O iğrenç gülüşleri bulutların üstünden bile duyuluyordu. Aklıma, daha yavru olmasına rağmen sürümüzün bilgesi olan Kuzgun Efra’nın sözleri geldi. Efra’yı siz bilmezsiniz. Sizlerin sözlüğünde, lügatinde Efra yoktur. Efra, “İnsan hilekârdır. İnsandan uzak durun. İnsana yakın olmak, zillete ve ölüme teslim olmaktır.” demişti, “İnsan denilen canavarın eline düşmeye gör. İnsanın elinde ölüm var, vahşet var.”

“Senin konuştuğun bir insan. Bak biraz önce de belirttin Süleyman Peygamber de insandı.”

“Evet, Efra’dan dinlemiştim Süleyman Peygamber’le ilgili hikâyeleri. Kavmi de diğer insanlar da Süleyman Peygamber’i anlamamış. Oysa o, insanlara merhameti, sevgiyi getirmiş. İnsan denilen canavar, peygamberine bile düşmanlık yapmış.” dedi. Tünediği dalda iki kere kanatlarını çırptı. Nefes almakta güçlük çekiyormuş gibi kesik kesik soludu; gözlerini toprağa, ardından batmakta olan güneşe çevirdi.

Kızıla boyanmış sol kanadının altındaki tüylere doğru başını eğip iğreti şekilde birkaç kez gakladı.

“Sözü uzatmayayım. Vakit daralıyor. Senin vaktin çok. Benim ise vaktim tükenmek üzere. Karga da olsa çirkin de olsa kuşları sev. Kargalar zekidir. Gökyüzün süsüdür. Ah bize hırsız ve aptal gözüyle bakan insanın ne kadar aptal ve hırsız olduğunu bilseydin kargalardan özür dilerdin.”

“Efra kimdir?”, “Efra ölümsüzdür. Efra bilgidir, ahlaktır, kültürdür, gelecektir, tecrübedir. Bizlerin önderidir. Kaf Dağı’nın ardında değildir. Öğretileriyle aramızdadır… Hoşça kal.”

Gakladı ardından portakal renginden kızıla bürünen günbatımına doğru kanat açtı. Hızla, kaçarcasına üzerimden havalandı. Arkasından baktım. Gün batımına doğru kızıl karga kanat çırptı. Yakındaki bahçedeki kavak ağacına tünemiş diğer kargalar da havlandı peşi sıra. Gökyüzü siyah noktalara büründü. Güneş ışınlarının bulutları renk cümbüşüne boyadığı gökyüzünde kızıl karga ile diğer kargalar üzerimden hızla birkaç kez alçak uçuş yaptı. Gaklamalar arasında bahçemi sulama işine ara verdim. Kafamı yukarı kaldırmış kargaların uçuşlarını izlerken birden kızıl karganın güneşi arkasına alarak bana doğru gelmeye başladığını gördüm. Sevgi ve hayranlıkla başımın üzerinden geçmesini beklerken kırmızı karga ayaklarımın dibine düştü. Eğilip kızıla boyanmış bedenini avuçlarımın içine aldığımda kırmızı karganın öldüğünü anladım. Üzerimizde çığlık atarak bir süre tur atan diğer kargalar Palandöken’e doğru uçarak gözden kayboldu.